Bu konuyu ben açtım, nasıl kapatacağım?

Kaç zamandır bazı kavramların, kelimelerin geldikleri yeri düşünüyorum. Yani akıbetlerini... Bazılarının içi boşaltıldı, bazıları ise gerçek anlamından koparıldı. Mesela büyüklerimiz için, nimet kelimesi, dini ve ekmeği çağrıştırıyor, hatırlatıyor. Onlara göre, İslam dini, bizlere verilmiş en büyük nimettir. Ekmek de öyle...

Ya şimdi? Nimet deyince, aklımıza öncelikli olarak Nimet Abla Gişesi, teknolojinin nimetleri ve rant geliyor.

“İktidar olmanın nimetlerini yiyor” gibi.

“Falanca kişiye yakın olmanın nimetlerini topluyor” gibi.

Birçok şey böyle değil mi?

Biraz düşünün: Yerel yönetimlerin, hatta iktidarların icraatlarına bir bakın. Park ve bahçe işlerine, kaldırım vs çalışmalarına... İhalelere... İlişkilere...

Önceden ihya etmek için iş yapılıyordu. Şimdi ise ihya olmak için... Tabii bunun istisnaları da yok değil, var.

Sevgili Hüseyin Akın, ihya meselesini biraz kişiselleştirmiş: “Biz İhya okuduk, onlar ihya oldu” diyor. Bu da işin başka bir tarafı...

Bunlar, elbette bir çırpıda yazılacak, izah edilecek şeyler değil. Kişi başına düşen milli gelir arttıkça; işsizlerin, yoksulların, aç yatanların sayısının da artması gibi...

Ya da şunun gibi: Yirmi yıllık bir kibrit kullanıcısı olarak, bugüne kadar MALAZLAR kibritten şaşmış değildim. Ne var ki, son zamanlarda bu kibriti bulmak biraz güçleşti. Başka bir kibrit markası vardı, ithal diye almadım. Sonra TEKFEN kibriti gördüm. Ve aldım.

Yerli malı yurdun malı diye aldığım kibritin arkasından şu yazı çıktı: MADE IN INDIA. Yani Hindistan.

Bu, birçok insan için sıradan bir konu olabilir. Sıradan bir durum...

Ben ise işin başka yönleriyle ilgileniyorum. Birincisi, kibrit çöpünü bile ithal ederken; laiklik, çağdaşlık tartışmalarının ne kadar sırıttığını ve saçma olduğunu görüyorum.

İkincisi de, yerli diye sarıldığımız, peşinden gittiğimiz birçok insanın, sonradan nasıl bir şey çıktığını... Bakınız: Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve “bizden” onlarca kişi...

Geçen gün ATV Ana Haber’den bir bayan aradı. Düşünce sayfamızda iki ayda bir yazısı yayınlanan bir yazarın telefon numarasını istiyordu. “Millî Gazete yazarlarından şu kişinin telefon numarasını alabilir miyim?” Canlı yayına çıkaracaklarmış.

Unutmadan söyleyeyim: Telefon numaramı santralden almışlar.

“Bizim öyle bir kadrolu yazarımız yok” dedim. “Sayfamıza her gün onlarca insan yazı gönderiyor. Ara sıra bu yazılardan bir iki tanesini seçip yayınlıyoruz. O da öyle bir şey... Dolayısıyla, telefon numarası da yok.”

Teşekkür edip kapattı.

İlk bakışta, birçok insan yaptığım şeyin yanlış olduğunu düşünebilir. Ama onca yıllık tecrübem bana şunu gösterdi: Doğru ve güzel bir şey yaptığınız zaman, ne sizin adınızı anıyorlar ne de ilgi gösterip fırsat veriyorlar. Mutlaka yanlış bir şey yapmışsınızdır ya da bir pot falan kırmışsınızdır. Yani bize göre yanlış olan, onlara göre ise doğru olan ya da işlerine öyle gelen bir şey yapmışsınızdır. Bir yazı, bir demeç...

Kimlere ilgi gösterdiklerine, fırsat verdiklerine bir bakın: Onların suyuna giden ve uyumlu olan kimseleri saymazsak; genellikle yanlış yapmış, davadan sapmış kimselere ilgi gösteriyor, fırsat veriyorlar. Gazetelerinde yazar da yapıyorlar, Başbakan da...

Neyse...

Telefonu kapatır kapatmaz, işin aslını araştırdım. “Aranan” kişi, bir internet sitesinde, malum zihniyetin işine yarayacak “dini” şeyler söylemiş. Saçma sapan şeyler... (Nasıl gördüler, nereden buldular?)

“Gazetemiz yazarlarından” birçok hocamız, önemli ve doğru şeyler söylüyor, yazıyor. Karşı tarafın niyeti imha değil de ihya etmek olsa, canlı yayına bu isimler davet edilir diye düşünüyorum.

Uzatmayalım.

Yazının başlığını “Bu konuyu ben açtım, nasıl kapatacağım” diye boşuna koymadım. Gördüğünüz ve okuduğunuz gibi, içinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıyayız.

Yazımıza nimetle girdik, yanlış yapmanın “nimetleriyle” çıktık.

İbrahim Tenekeci